Mustafa Kemal Atatürk, sporcunun tanımını yaparken aslında bize bir denge formülü vermişti:
“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”
Yıllardır sahalardayım, o tel örgülerin arkasında yüzlerce maça tanıklık ettim, binlerce golleri çektim. Kameramın arkasından gördüğüm o pırıl pırıl gençlerin; ne kadar “Zeki” hamleler yapabildiğine, ne kadar “Çevik” çalımlar atabildiğine şahit oldum. Buraya kadar her şey harika. Atatürk’ün tarifinin ilk iki maddesi cepte. Peki ya üçüncü madde? Yani “Ahlak”?
İşte orada durup, başımızı öne eğmemiz gerekiyor. Ama bu başı öne eğmesi gerekenler o 14-15 yaşındaki çocuklar değil; onları izlemeye gelen, tribünü dolduran biz yetişkinleriz.
Tribündeki Utanç Tablosu
Geçtiğimiz günlerde yine alt yaş grubu maçlarından birini çekiyorum. Sahadakiler daha çocuk. Hata yapacaklar, düşecekler, kalkacaklar ve öğrenecekler. Ancak tribünlere kulak kabarttığımda duyduklarım karşısında, açıkcası konuyla tamamen alakasız ben utandım.
Özelliklede ebeveynler… Kendi çocuğunu izlemeye gelen anne ve babalar… Hakeme, rakip takımdaki (yine çocuk yaştaki) oyuncuya, hatta bazen kendi çocuğunun takım arkadaşına edilen o küfürler, o hakaretler… Kulaklarıma inanamadım.
Bu hususta Psikolog Albert Bandura’nın bir sözü aklıma geldi : “Çocuklar duyduklarını değil, gördüklerini yaparlar. Ebeveynler çocukların ilk ve en güçlü rol modelleridir.”
Siz tribünde hakeme hakaret ettiğinizde, çocuğunuza şu mesajı veriyorsunuz: “Kurallara ya da kişilere saygı duymana gerek yok, işler istediğin gibi gitmediğinde saldırganlaşabilirsin.”
Siz rakip oyuncuya küfrettiğinizde, çocuğunuza şunu aşılıyorsunuz: “Kazanmak için karşı tarafı aşağılamak mübahtır.”
Soruyorum size: Ebeveyninden bu zehirli sözleri duyan bir çocuktan, sahada nasıl bir “Ahlak” bekleyebiliriz?
Spor psikolojisi literatüründe “Değerler Eğitimi” kavramı vardır. Bir sporcu ne kadar yetenekli olursa olsun, karakter gelişimi eksikse o yetenek bir gün mutlaka duvara toslar.
O sahada ceylan gibi koşan, pire gibi zıplayan evladınız; rakibi yere düştüğünde elini uzatmıyorsa, hakem düdük çaldığında itiraz etmek yerine küfrediyorsa, bunun sorumlusu sadece antrenörü değildir. O çocuk, akşam evde veya hafta sonu tribünde ne görüyorsa sahaya onu yansıtıyordur.
Unutmayalım ki; bir maç 90 dakikadır ve biter. Skor tabelasındaki rakamlar bir gün unutulur. Ama o çocuğun karakterine işlediğiniz öfke ve ahlak erozyonu, hayatı boyunca onunla kalır.
Anne ve Babalara Açık Çağrı
Gelin bu günden sonra bir değişiklik yapalım. Maça gittiğimizde sadece kendi çocuğumuzu değil, rakip takımdaki çocuğu da alkışlayalım. Hakem hata yaptığında (ki yapacak, o da insan), “Hocam dikkat et” demekle yetinelim, küfür etmeyelim. Kendimize şunu soralım: “Biz ne yapıyoruz? Çocuğuma ne öğretiyorum?”
Ve genç sporcu kardeşim, sana da bir sözüm var: Ata’mızın dediği gibi; dünyanın en hızlısı (Çevik) da olsan, oyun zekası en yüksek (Zeki) oyuncusu da olsan; eğer “Ahlak”ın yoksa, o formanın içi boştur. İyi bir sporcu olmak madalya kazanmakla değil, gönül kazanmakla, saygı duymakla ve örnek olmakla başlar.
Zeka ve çeviklik sizi sahada yıldız yapar; ama ahlak sizi “İnsan” yapar. Ve inanın bana, iyi bir insan olmak, iyi bir futbolcu olmaktan çok daha zordur ama çok daha değerlidir.
Tribünlerin, küfür sesleriyle değil, centilmenlik alkışlarıyla inlediği maçlarda görüşmek dileğiyle…